28 Kasım 2021 Pazar

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20'li yaşlarımın ortasında şiir kitabı yazacak kadar avareydim. Ben okurken bile kendime güldüm, başkaları okusa kim bilir ne olurdu. Geriye dönüp eski yazılarımı okudum biraz. Blogda yazdıklarımı derlesem 2-3 kitap çıkarmış aslında. İktidarı eleştirdiğim siyasi ve ekonomik yazılardan özellikle. Konjonktürü iyi yakalamışım, doğru insanları takip etmişim, iyi kitaplar okumuşum. Pandeminin gerektirdiği izolasyon ve bekarlığımın verdiği özgürlük ile son 2 yılda yaklaşık 700'e yakın kitap okumuşum. Defterler dolusu notlar almışım. İzlediğim dizileri ve filmleri saymıyorum bile. 

Yıllardır şu ikilemden kurtulamadım gitti. Çok küçük yaşlardan beri yalnız kalmayı sevdim. Sevmeye de devam ediyorum. Çocukken kendi başıma oyunlar oynardım, hayaller kurardım. Sonra büyüdüm; okulda en arka sırada romanlar okurdum, tek başıma sahilde bir bank köşesinde okumak hâlâ en büyük zevkimdir, uzun yürüyüşlere çıkıp alternatif yaşamların hayalini kurmaya devam ediyorum. Bir gün büyük bir futbolcuyum, bir gün devrimci. Rahmetli İlker'den sonra tek başıma film izlemeyi öğrendim, onun yokluğunda o kadar çok film izledim ki. Yalnızlığı efektif bir yaratıcılığa dönüştürdüm. Ve ne zaman bir ilişkiye başlasam bu yalnızlığa paylaşamayacak kadar bencil olduğumu gördüm. Birisi ile beraberken acaba tüm o sevdiğim şeyleri yapmaya devam edebilecek miydim? Kendimle baş başa kalmaya fırsatım olacak mıydı? Ah evet bir türlü üstesinden gelemediğim şeyler.

Bu sene de planladığım kitabı yazamadım. Oysa kafamda biteli uzun zaman oldu. Bilirsiniz ki  roman yazarlarının ilk kitapları genelde otobiyografik ögeler barındırır. Kendime yazmak neyse de, başkalarının yazdıklarımı okumasına hazır mıyım? Henüz bilmiyorum. 20'li yaşlardaki idealist düşüncelerim yok artık. Değişmedim sadece rafa kaldırdım. Acıları görmeye devam ediyorum ama sineye çekmeyi öğrendim. Sistemi her zaman ki gibi eleştiriyorum ama en sadık ve çalışkan kölesi olmayı da ihmal etmiyorum. Para her şeyi yapar demiyorum ama bazı şeyleri satın aldığı da gerçek. İşimi sevmeden de iyi yapabilmeyi öğrendim. Geçmişteki yazılarıma baktığımda öfkeliymişim. Hararetli bir şekilde siyaseti eleştirip, ekonomik analizler yapmışım. Sonracığıma neden mutlu değilim demişim? Yalnızlığıma küfretmişim. Ah Bukowski ah sen yok musun sennn...

Öfkem yerini kabullenilmiş bir umarsızlığa bırakmış. Ölüm korkusu aklıma bile gelmiyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorum. Ama arada iş çıkışı metroda beklerken karanlıkta beliren ışığın altına kendimi bırakasım da gelmiyor değil. Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi? Eminim herkesin kendince haklı sebepleri vardır. Evet geride kalan 10 yılda tırnaklarımla kazıyarak bir şeyleri değiştirdiğim ortada. Geleceğe dair somut hiçbir hayalimin olmadığı günleri de yaşadım. Üniversitede 1 liraya yediğim akşam yemekleri ve tek öğünle geçiştirdiğim günler oldu. Hani bugün barınamayan ve geçinemeyen üniversite öğrencilerini televizyonlarda izliyorsunuz ya. İşte bu iktidarın en şaşaalı olduğu zamanlarda da biz aç kalabiliyor ve barınmakta zorluk çekiyorduk. Evin kirasını ödediğimde hissettiğim rahatlık başka bir şeydi. Cebimde kalan son beş liraya rağmen babam "paran var mı oğlum" dediğinde "evet var baba" dediğim günlerdi o zamanlar. Kitap alabilmek için konserlerde yer gösterdiğim, otellerde garsonluk, avm'lerde tezgahtarlık yaptığım günlerdi evet evet. Bunların hepsi Türkiye'nin değişmeyen ve muhtemelen önümüzdeki birkaç on yılda değişmeyecek gerçekleri... 

Bakın bunları hâlâ bir başarı olarak görmüyorum. Çünkü başarının olduğu yerde rekabet vardır. Ve rekabet kimilerinin dediği gibi bizi yaratıcı yapıp zinde tutarken, aynı zamanda ruhumuzu kemirir. Düşe kalka bir kariyer yaptık. Borçlar ödendi, bazı hayaller gerçek oldu. Allah var; payımıza düşen mutluluğun köşesinden bir parça almadık değil. Küslükleri bir kenara bıraktık. 

Peki ben neden arzuladığım ve bir amaç uğruna mücadele ettiğim mutluluğa erişemedim? Evet biliyorum mutluluk bir hedef değil, bir yolculuk. Demagojisini çok yaptım. Fakat yolda olmaksa eğer mutluluk ben neden o yolu hâlâ tek başıma yürüyorum. Her geçen gün kendimi daha da yalnız hissediyorum. Eskiden bir çöl fırtınası gibi yakalandığım buhranlardan sığınacak bir mağara bulup kurtulurdum. Bu mağara çoğu zaman okuduğum kitaplar, izlediğim filmler olurdu. Kimi zaman uzun yürüyüşler, dedemin evinde geçen birkaç hafta olurdu. Lakin artık teselli edemiyorum kendimi. Tek başına üstesinden gelemediğim buhranlarım var benim. Annem beni meyve veren bir ağaç gibi görüyor. Kardeşim o ağacın dallarında sallanıp, çocukluğun verdiği haylazlıkları yapıyor. Babamla artık konuşmuyoruz bile. Eskiden kendimi ona ispatlamak isterdim. Ağzımla kuş tutsam, kuşun kanadını kırdın derdi muhtemelen. 

Oturup derdimi anlatacağım tüm arkadaşlarım kendi ailesini kurdu. Onların üstesinden gelmesi gereken ve benimkinden çok daha büyük dertleri var eminim. O yüzden onlar anlatıyor ben dinliyorum. Gerçi her zaman böyle olmuştu ya. Bir arkadaşa ihtiyacım var mı yok mu ikilemi içindeyim. Bana iyi gelecek  sözcüklere sahip olan var mı? Telefonum çaldığında ekrana uzaktan bakıp acaba benden ne isteyecekler diye düşünmekten sıkıldım. Evet evet yalnızlık bir parazit gibi yer edinmiş benliğimde. Ne onsuz yapabiliyorum ne de beni için için yiyen bu parazite dur diyebiliyorum. 

Yukarıda yazmış olduğum gibi bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi diye soruyorum kendime? Ne sahte bir mutluluğun rolünü yapıyorum ne de sahip olduklarıma şükretmemezlik. Sadece kendimi değersiz hissediyorum. Yalnızlığı taşıyamayacak kadar yorgun ve bıkkınım. Her yeni gün okumak, düşünmek, bir şeyler üretmek için amaçlar edinmeye çalışıyorum. Ama sanki cüzzamlılar gibi çevremdekilerden soyutlandığımı düşünmeye başladım. Mutlu ve huzurlu olabilecek bir potansiyeli boşa harcıyorum. Ve tüm bu olanları bahane gösterip, başkalarını suçlayamayacak kadar da aydınlanmış biriyim. Öylesine aydınlanmışım ki; sokak lambası gibi çevremi aydınlatırken kendi iç dünyamda karanlığa gömülmüşüm. Ne yapmalıyım? Dua etsem mi yatmadan önce. Tıpkı çocukluğumda olduğu gibi. Kadere iman! Hımmm. 

Evet neden uzun bir aradan sonra blog yazdım. Çünkü kendime yazmak iyi gelir diye düşündüm. Tıpkı yıllardır olduğu gibi. Umarım yine işi yarar....







18 Nisan 2020 Cumartesi

Ben Nasıl Büyük Adam Olucam...

Artık eskisi kadar blog da yazı yazmıyorum. Eski heyecanımı kaybettim, bir şeyleri değiştirebileceğime dair olan inancım azaldı. Eskiden kaybedecek bir şeyim yokmuşcasına yazardım, fakat yazarken ya da konuşurken şuna dikkat etmeye özen gösterirdim. Düşünceler ve fikirler zamanla değişebilir, gelişebilir. O yüzden evrensel doğruların olduğu, herkesi kapsayan ahlaki değerlerin olduğu şeyleri konuşmaya çalışıyorum. Yarın hatalarımın ve yanlışlarımın farkına vardığımda insanların yüzüne bakacak yüzüm olsun. 

Bu arada yazdığım blogda 200.000 okunma barajına yaklaşmış. Kendi kendime acaba nereye kadar böyle içime kapanık kalacağım. Profesyonel bir site ya da sosyal medyayı daha aktif kullanarak bir şeyler yapmayı denesem mi? Ne yalan söyleyeyim korkuyorum. Yıllardır tırnaklarımla kazıyarak ufak da olsa bir yer edindim. Kendi çevremdeki insanların bile beni anlayıp, söylediklerimi sindirmesi yıllarımı aldı. 

Engin denizlere açılırsam birileri beni boğmaya çalışacaktır. İşimden olabilirim, trollerin saldırısına uğrayabilirim. Yaratıcı olmak için birşeyler yapmaya çalışırken, kendimi savunmak zorunda kalababilirim. İşin bir de farklı bir tarafı var. Artık kitap yazıyorsanız, bir gazete, dergi vs. bir yerlerde yayınlanmak istiyorsanız kişisel referans ya da tanışıklık isteniyor. Çok tuhaf. Mesela bazı yayınevleri sosyal medyada kaç bin takipçiniz olduğunu soruyor. Tanıştığım bir editöre şunu sormuştum. Artık herkes yazar olduğunu düşünüyor. Size binlerce dosya geliyor. Bunların hepsini okuyup, inceledikten sonra nasıl karar veriyorsuz hangisini yayınlacağınıza? Valla verdiği cevap çok netti. Okumuyorum ki! O kadar dosyayı okuyacak vaktim yok. Zaten mevcut basılmış eserlerin takibini ve düzenlemesini yapmak bile çok vaktimi alıyor. O yüzden sosyal medyada takipçi sayısına, referansına, yayınlanmış ve başarılı olmuş birkaç işine bakıp kitaplarını basıyoruz demişti. Bu konuda maalesef eski kafalıyım. Bir gün mutlaka içimdekiler taşacak ve durduramayacağım yazdıklarımı. Ama etraftaki saçma sapan insanları görünce de dayanamyıp; Hadi Murat şimdi çık sahneye diyorum. 

Neden yapamıyorum peki? Çünkü kendimden taviz vereceğim. Mesela yıllardır beyaz yakalı olarak çalışıyorum. Arkadaşlarım kendi işimizi kuralım diyor. İyi kuralım tamam diyorum. Para kazanma hırsı ve kendini ispatlama güdüsü kasıp kavuruyor bizi. Sıradan bir çalışanken eleştirdiğimiz her şeyi aslında iş kurduğumuzda yapacağımızın farkına varıyorum. Sigortasız çalıştıralım, az maaş verelim, vergiden kaçıralım. Neden? Eee çünkü kendi işimizi kurduk. Ev alalım, araba alalım, yurt dışını gezelim, birikim yapalım. Ama bunları yaparken yanımızda çalışanları basamak olarak kullanalım.

Hee şu da bir gerçek. Tüm bunları yaptıktan sonra çevresindeki insanlara ahlak dersi veren çok insan var. Yaptıkları ile söyledikleri arasında dağlar kadar fark var. Vicdanlarda böyle rahatlatılıyor. Mesela çalıştığımız şirketlerin sahipleri zam yapmayıp ya da çalıştırma koşullarınızı iliştirmiyor. Fakat gidip bağış yaparak hayırsever yönlerinin reklamını yapıyor. Üstelik bunları vergiden de düşürebiliyor. 

Pinhani grubunun bir şarkısı vardı ya. Üniversitede öğrenciyken çok dinlerdim. "Herkes köşesini kapmış, iyi ama ben nasıl büyük adam olucam. İyiler bu savaşı kaybetmiş, peki ben nasıl büyük adam olucam.." Yani kısacası etraftaki tüm bu saçmalıklardan uzaklaşıp inzivaya çekilmek istiyorum. Bunun için de maalesef ekonomik özgürlüğe sahip olmam gerekiyor. Bilgisi olmayan insanların yetkisinin olduğu, çok para kazananların muteber olduğu, evlilik ve aşk hayatının kıçı kırık Türk dizilerindeki zengin erkek-fakir kız edebiyatına dönmesinden sıkılmadık mı? 

Yıllar önce dedemle bahçede yürürken bana ne okuyorsun diye sormuştu? Ben de ekonomi demiştim. Gülmüştü bana. Ekonomi okuyup da ne yapacaksın demişti. Bak burada ihtiyacın olan her şey var. Ev, bahçe, toprak... Tabi dedem böyle vaaz verince ben gülememiştim. Halbuki o gün ne demek istediğini yıllar içinde anladım. Dedem İstanbul çok kalabalıklaşıyor deyip 35 yıl önce İzmit'in bir köyüne yerleşti. Dümdüz bakir toprağa ev yaptı, bahçe yaptı, yüzlerce ağaç dikti. Kendi iç huzurunu buldu. Belki benim kaçmak için henüz vaktim gelmedi. Ama bunun hayali ile yanıp tutuşuyorum. Çünkü ben doğduğumda kulağıma adımı dedem fısıldadı. Ve sanırım içime dedemin özgürlüğü ve asiliği de işledi...

8 Mart 2020 Pazar

İLKER'e Mektuplar...

Bu satırları yazarken saat tam olarak gecenin 2'si. Tek başıma uzun bir yürüyüşten ve kendi kendime konuştuktan sonra eve geldim. Yaklaşık bir saattir odamda pürüzsüz beyaz tavana bakıyorum. Arada gözüm kitaplarıma kayıyor. Çok sevdiğim bir filmde de dediği gibi altını çizdiğim kelimeler her geçen gün anlamını yitiriyor. 

Eğer yazmasaydım şu yaşıma gelir miydim ya da ne halde olurdum bilmiyorum. Aslında derdimi anlatmaktan, birileri ile konuşmaktan da gocunacak biri değilim. Ama artık kendimi anlatmaktan da sıkıldım. Bilirim anlamazlar. Sanırım yine İLKER'e sığınacağım. Aramızdan ayrıldığından beri hayali bir arkadaş oldun benim için. Keşke burada olsaydın dediğim de gözlerim doluyor be çocuk hâlâ. Yerini dolduramadı kimse. Genelde senin doğum gününde ya da ölüm yıl dönümünde yazardım. Ama bu sefer bekleyemedim. 30 yaşıma girerken neler hissettiğimi sana anlatmak istiyorum çünkü eğer yanımda olsaydın beraber 30'umuzu kutlayacaktık. 

Öncelikle çok yalnızım be İlker. Delicesine bir kalabalığın içinde yapayalnızım. Sabahları günaydın demek gelmiyor içimden. Akşamları eve geldiğimde göz ucuyla selamlıyorum evdekileri. Akraba kavramını unuttum. Sahi sen öldüğünden beri neydi? İyi günde mi yanlarında oluyorduk, yoksa kötü gün dostumu oluyorduk?

Seninle beraber uzun uzun yürümeyi özledim. Sabahlara kadar film izlemeyi özledim. Gecenin bir vakti alıp başımızı sahil kenarına inmeyi özledim. Dedemin bahçesinde aynı salıncakta sallanmayı özledim. Çimenlere uzanıp hayal kurmayı özledim. Çayı hüpürdeterek içişini özledim. Gecenin bir vakti beni aramalarını özledim. Senin o meşhur kahkaha krizlerini özledim. Kızlarla ilgili yaşadığın çıkmazlarda yanında olmayı özledim. Ölümü soğuk bir nefes gibi ensende hissetmene rağmen, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanı özledim. Şükrü Erbaş olsa sanırım şöyle derdi: "Sahi söylesene her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine kadar kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan umuttan sevinçten ne anlar? 

Kısacası senin olmadığın her geçen gün daha da kötüye gidiyor gibi. Mesela fani dünya ne alemde diye sorarsan; inan bana senin bıraktığın günden daha da beter. Anlatsam belki de iyi ki bugünleri görmedim dersin. Beni sorarsan, BENİ ! Nasıl anlatsam ki. Sanırım bu sene söz verdikleri terfiyi vermeyecekler. Bilirsin beni, ısrar edip de hakkımı arayamam. Boşver der geçerim. Zaten çalışırken çok sinirliymişim. Ekip arkadaşlarım negatif etkileniyormuş. Eskiden çalışmaktan kafamı kaldıramıyor muşum? Şimdi ise boş vaktim varmış. Alla alla. Kafamda işi bitirmişim. Falan filan işte. Bu hayatta hiç bir şeyi kolay elde edemedim bilirsin. Zaten beklemediğim bir anda mutluluk kapımı çalsa, inanmaz yanlış adres der geldiği yere gönderirim. 

Eskiden tanıdığın Murat idealistti. Çok okur, çok yazar bir şeyleri değiştireceğine inanırdı. Kariyer planları yapardı. Babası gibi olmayacağım der; iyi bir eş, iyi bir baba olmayı isterdi kendince. Sevgisini göstermek hiç olmazsa belli etmek isterdi. Utanmazdı, üşenmezdi. Koyvermezdi hayatı. Sabahları kalktığında ayakları geri geri gitmezdi.  Evet eskiden isyan ederdi ama kolaya kaçıp küfretmezdi. Çünkü küfür eden adam bir şeyleri değiştiremeyeceğini kabullenen adamdır. Kendime olan inancımı kaybettim be İLKER. 

Ama hayat kaldığı yerden devam ediyor. Sabahları 15 dakika kendimi ikna edersem işe gidebiliyorum. Konuşmak istersem konuşuyorum insanlarla. Az gördüğüm ya da hiç görmeyeceğim insanlara derdimi anlatıyorum. Sen de biliyorsun karamsar değilim ben. Benim kadar kendiyle alay eden, arkadaşlarını güldüren birini tanıyor musun? Ahmet Kaya'nın şarkısındaki gibi "İçimde Ölen Biri Var". 

Eskiden intihar eden insanları anlamazdım. Albert Camus ve Franz Kafka okuduktan sonra, memleketin şu halini gördükten sonra, bir şeyler iyi giderken her şeyin tepetaklak olabildiğini gördükten sonra, yanlış insanları sevip zaman kaybettikten sonra, doğru insanlar tarafından sevilmedikten sonra anladım. Yaşamaya değer bir hayatın yoksa, değişterecek gücün yoksa; bu hayatta boşa geçen her gün büyük bir ıstırapmış. O yüzden bu hayattaki en değerli şeyi, gözü kapalı kenara iten insanları anlıyorum ve saygı duyuyorum.

Şimdi bana şu soruyu sorabilirsin İlker? Derdin nedir oğlum? Neden bunları yazıyorsun. Annem gibi konuş mesela. İyi bir işin var de. Yerinde olmak isteyen milyonlarca işsiz var de. Üşengeçsin de. Anca edebiyat parçalayıp, felsefe yaparsın de. Haklısın der geçerim. 

Yoruldum ama be İlker. Böyle bir ülkede sadece kendi geleceğini düşünmek bile insanı yorarken, kendisinden başkalarını da düşünmekten yoruldum. Çok değer verdiğin insanların, senin için önemli olan şeyleri anlamaması yorucu be İlker. Birisini sevmekten korkmak yorucu. Ne ailemden, ne arkadaşlarımdan ne de ileride beraber olacağım insandan bir beklentim yok. Hayatımdaki boşluğu varlıklarıyla doldurmaları yeter. Ama beni anlamamaları, hayatı basite indirgemeleri ve para her sorunu çözer anlayışı beni yordu be İlker. Mutlu veya başarılı olmak için birilerine kendimi ispatlamak zorunda olmak beni yordu. Çok çalış, yetmez daha çok çalış ki; kazandığın parayı haket. Bak aslında benim iyiliğimi istiyorlar. Çok çalışırsam ev alırım, araba alırım, kenarda param olur. Sonra annemin dediği gibi o klasik soruyu sorduklarında? Oğlumuz ne iş yapıyor, ev var mı, arabası var mı sorusuna? Eee oğlumuz çok okumaktan bunları almaya fırsat bulamadı cevabı vereceklerini bildiğimden yoruldum be İlker. 

Lafın özü anlaşılamamaktan, sevememekten, sevilmemekten, başımı yastığa rahat koyamamaktan, tüm sıkıntıları tek başıma göğüslemekten yoruldum. Ama tüm bunlara rağmen, gülebiliyorum, eğlenebiliyorum, insanların derdini dinleyebiliyorum, kirayı ve faturaları ödeyebiliyorum, utanmadan sıkılmadan hayaller kurabiliyorum. Eminim benim gibi düşünen binlercesi vardır. İnanır mısın; biri dese ki Murat seni anlıyorum. Yalnız değilsin. O insanla bir ömür hayallerimin peşinden köpek gibi koşmaya hazırım. Fakat bunu umut etmekten bile korkuyorum İlker... Sana olan özlem her geçen gün büyüyor. Gittiğin yerde umarım mutlusundur İlker. En azından gelecek kaygın yok be oğlum, iyi tarafından düşün. Bizi de merak etme, elbet bir gün çocukluğumuzun bayramlar sabahlarına tekrardan yaşayacağız...





28 Şubat 2020 Cuma

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek...

Eskiden okuduklarımla, yazdıklarımla var olmaya çalışırdım. Dünyayı olmasa da ülkemi değiştirebilirim sanırdım. Sonra ne kadar da aptal olduğumu anladım. Neden kendimi değiştirmekle başlamıyorum dedim. 30 yaşıma geldim. Bugün neden bir şeyler yazma isteği duydum peki? Çünkü sabah işe gitmek için uyandığımda boğazına kadar borca batmış, yarın ne olacağı belli olmayan şirketlerde çalışıyoruz. Kardeşlerimizi ve çocuklarımızı ideolojisi bir bok olmayan bir devletin okullarına emanet ediyoruz. Dürüst ve adil bir şekilde ticaret yaparak zar zor geçiniyoruz. Binbir emek ve zorlukla yetiştirilen evlatları ülke topraklarının dışında şehit veriyoruz. 

Geçmişle bugünü kıyaslayarak hiçbir yere varamadığımızı gördük ama görmezden geliyoruz. Çünkü aptala yatmak kolayımıza geliyor. Gerçekle yüzleşmek yerine, unutmak kolayımıza geliyor. Burnumuzun dibinde bombaların patlamasına alıştık, birkaç tane veya birkaç düzine şehit vermeye alıştık, devletin yaptığı yolsuzluğa alıştık, eğitim sisteminin sürekli değişmesine alıştık, tek adam rejimine alıştık, devlet ihalelerinin şeffaf olmayan şekilde dağıtılmasına alıştık, ahbap-çavuş ekonomisine alıştık, akrabaların ya da eş dostun devletin malını har vurup harman savurmasına alıştık. Kısacası memleketin anasını hunharca 18 yıl boyunca alenen ve cebren siktiler. Fakat biz kabahati ülkeyi yönetenlerde değil, orospuluğu millette aradık. 

18 yaşımda cemaatin düşünce yapısını, dinle olan ilişkisini eleştirdiğimde hatta iktidarını eleştirdiğimde tüm ailemi karşıma aldım. Üniversitede bana ilim irfan öğretecek bazı dalkavukları karşıma aldım. Misket oynadığım çocukları karşıma aldım. O gün ne düşünüyorsam bugün de aynı şeyleri düşünüyorum. Ne kandırılacak kadar menfaatçi oldum ne de yarını göremeyecek kadar kör oldum. 

Babam diplomamı gördükten sonra ve KPSS'den yüksek puan aldıktan sonra aptal mısın neden devlet memuru olmuyorsun demişti. O gün anlatamamıştım derdimi. Gerçi anlatsam ya kızar ya da güler geçerdi. Belki bugün bile etrafımda olan tüm saçmalıklara ve haksızlıklara karşı bir şeyler yapmak elimden gelmiyor. Ama sessiz kalmıyorum. Devlet memuru olsaydım bugün ya hapiste olurdum ya da KHK ile ihraç edilenlerden. Bir zamanlar bana cemaati öven sevgili ve değerli büyüklerimin kayığına binseydim bugün ya vatan haini olurdum ya da firari. 

Bunları neden mi yazıyorum. Ömründe toplu taşımaya binmemiş, devlet hastanesinde sıra beklememiş, devletin verdiği üç kuruş kredi borcu ile okumaya çalışmamış, ev geçindirmek zorunda kalmamış ve baba parası ile aydın olduğunu zanneden arkadaşlarım ve varsa akrabalarım için yazıyorum. 

Üniversiteye gidene kadar büyük şehir görmemiş, test kitabı çözmekten başka bir bok yapmamış, kitapların özetini okuyarak yarı cehaletine güvenen, Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden mezun olup şirketlerde yöneticilik yapan dangalaklar için yazıyorum. 

En çok da kendim için yazıyorum. Yeni kurulan Cumhuriyet'in cefakar bir neferi olmak varken, Hasan Ali Yücel'in köy enstitülerinde eğitim almak varken, 68 kuşağının adalet düşkünü ve gerçeklerin peşinden koşan gençlerinden olmak varken, 80 darbesine giden süreçte ve sonrasında askeri cuntaya boyun eğmeyen aydınlarla beraber olmak varken... 1990 yılında dünyaya gelip Recep Tayyip Erdoğan Türkiye'sinde yalaka, şakşakçı, iki yüzlü, yobaz, cahil, art niyetli, sonradan görme, unutkan, gerçekleri görmezden gelen, kalemi ve şerefi satılık aydınlarla ve insanlarla yaşa... 

29 Aralık 2019 Pazar

YARIN OLMADAN

Gelenekselleşen yıl sonu yazılarımdan bir tanesi ile karşınızdayım sevgili dostlarım. Daha önceki yazılarımda yaptığım gibi 2019 yılının muhasebesini yapıp, yeni yıldaki beklentilerimden ve planlarımdan bahsedeceğim. Öncelikle geride kalan yıla bir geri dönmek istiyorum. 

Geneline baktığımda kendi adıma fena geçmediğini söyleyebilirim. Aşk hayatı, iş hayatı gibi konularda tabi ki bir gelişme olduğunu söyleyemem. Fakat hiç olmazsa bir şeyleri değiştirmeyi denedim. O yüzden hakkımı yiyemeyeceğim. Artık hayat ile ilgili pek bir beklentim yok. Franz Kafka'nın da dediği gibi: "Olmamasına razıyım. Oluyormuş gibi olmasın yeter." O yüzden hayata dair beklentilerimi düşük tutmayı tam olarak öğrendim diyebilirim. 

Yine Erdal Tosun'un meşhur repliğinde dediği gibi: "Bir ara çok konuştum, hiç faydasını görmedim. Bıraktım." Hayatım boyunca ailemden ve arkadaşlarımdan hiçbir şey gizlemedim. Dümdüz anlattım. Fakat yıllar içinde kitaplarla aramda gelişen bağdan sonra beni anlayan insan sayısının bir ya da iki kişiyi geçmediğini de anladım. Her geçen gün daha da yalnızlaşıyorum. Ama halimden de gayet memnunum. 

Bir kadına bağlanma sorunumun olduğunu çok önceleri biliyordum ama kabullenemiyordum. Fakat bu maymun iştahlı olduğum için değil. Bazı ilkel güdülerimi törpülemeyi öğrendim. Yani cinselliğin de güzel bir kadınla beraber olmanın da aslında çok matah bir şey olmadığını deneyim yoluyla öğrenmiş bulundum. Biten her ilişkiden ya da flörtten sonra üzülmem gerektiği düşünelebilir. Fakat hayata kaldığım yerden devam edebiliyorum. Bu benim gamsız, vurdumduymaz ya da şıpsevdi olduğum anlamına mı gelir? Sanırım kadınların bakış açısından öyle. 

Babam gibi olmayacağım diye gayret ediyorum uzun zamandır. Nazım Hikmet'in bir dizesi var ya hani: "Ben babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim" diye. Tabi ki babamın örnek aldığım çok yönü var. Fakat bizim devrin ilişkileri ve evlilik kültürü onların zamanındaki gibi değil. Yıllar boyunca tanıdığım her insanı gözlemledim. Yaptığı işi, kazandığı parayı, bunlardan aldığı hazzı, çocukluğunu, ilişkilerini vs. Daha iyi bir insan olmaya çalışırsam, kendime özgü bir karakterim olursa, analatabileceğim anılarım, paylaşabileceğim duygularım olursa belki bir şeyler özel olur diye düşünmüştüm. Gelinen nokta da başarısız olduğumu görüyorum. Belki bu benim hatalarımdan kaynaklıdır, belki de yanlış zamanda yanlış yerde olduğumdandır. 

Umudumu kaybettiğimi söyleyemem. Kim bilir beraber gülüp eğleneceğim, bir şeyler öğreneceğim, yanında kendimi rahat ve mutlu hissedeğim insan da tıpkı benim gibi doğru zamanı bekliyordur. Belki o da kendisini hazırlıyordur hayata karşı. O yüzden 2020 yılından payıma düşen mutluluğu bekliyorum. 

Bana karamsar dediğinizi biliyorum. Ben de inatla realist olduğumu söylüyorum. O yüzden benden umut dolu bir yazı beklemeyen insanların çok olduğunu farkınyadım. Ama yazmayacağım. Çok uzatmadan yeni yıldaki planlarımdan bahsetmek istiyorum. 
  • Aşçılık ve pastacılık kursuna gitmek istiyorum. Kafaya koydum aslında. Yemek yemeyi seven birisi olarak ileri düzey yemek ve sevdiğim tatlıları yapmak istiyorum. Kitaplar, filmler ve ekonomi, siyaset gibi uzmanlık alanlarının yanına gurmelik de eklesem fena olmaz. Hiç olmazsa yediğim enfes yemekleri yapmasını bilmeliyim.  
  • Ehliyet almamın zamanı geldi sanırım. Her ne kadar toplu taşımada kitap okumak gibi bir alışkanlığım olsa da ehliyeti ne olur ne olmaz cebime koyayım.
  • Türkçe literatürü elimden geldiğince iyi takip ediyorum. Fakat yabancı dille yazılan kaynakları hakkını vererek takip etmeye üşeniyorum ve biraz da zorlanıyorum. Bunun üstesinden gelmek istiyorum. 
  •  Floransa'ya gitmemin vakti geldi. Maddi imkanları zorlayıp İtalyan rönesansını ve aydınlanmasını yerinde görsem iyi olacak. Sonrasında zamanla hayalini kurduğum şehirleri de bir bir ziyaret ederim diye düşünüyorum. 
  • Blog sitesini normal bir siteye çevirsem güzel olacak diye düşünüyorum. Bir zamanlar blog sayfamın 200 bin kez tıklandığımı düşünürsem ve bunca yıldır az çok bir şeyler öğrenebildiysem bunları daha profesyonel bir ortamda paylaşabilirim. Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin ve tiyatro oyunlarının detaylı incelemesini yazabilirim. Tarih, felsefe, ekonomi, siyaset ve entelektüel spor tarihi hakkında da elimden geldiğince bir şeyler karalayabilirim sanırım.
Kadınlar konusunda bir beklentim yok yeni yılda. Kelebeği kovalarsan sizden kaçar. Görmezden gelirseniz siz farkında olmadan omzunuza konar. Can Yücel'e sığınarak bitiriyorum:

Güle sormuşlar neden dikenlisin?
Beni yalandan değil gerçekten seven tutabilsin diye...


24 Kasım 2019 Pazar

Güzel Bir Gün Ölmek İçin

Bu yazıyı Albert Camus, Charles Bukowski, Can Yücel ve Teoman'a adıyorum. Hatırlıyorum da küçük bir çocukken durup dururken küfür etme isteği gelirdi bana. Kendimi durdurmak için çaba sarfederdim. Sakın yapma, hayır, şimdi değil gibi telkinler verirdim kendime. Özellikle son bir yıldır intihar fikri ile boğuşmaktayım. Her sabah uyandığımda kendimi yaşamak için ikna ediyorum. Eskiden hayatımın bir anlamı olması gerektiğine inanırdım. Mesela iyi bir futbolcu olmak, okuyup iyi bir avukat olmak, mutlu bir yuva kurmak, baba olmak vs. Artık sadece günü kurtarmak için yaşıyorum. Ne diyordu John Lennon: "Hayat siz planlar yaparken başınıza  gelenlerdir."

Yıllar geçtikçe bazı gerçekleri öğrendikçe omuzlarımdaki vicdan yükü çok fazla arttı. Taşıyamayacak duruma geldim. Aynı sofrayı paylaştığım çocukların zengin olmak uğruna kul hakkı yediğini, çok para kazandığı için ailesi tarafından saygı gördüğünü, iyi bir hayat sunduğu için karısı tarafından çok sevildiğini gördüm. Peki o zaman bize din kisvesi adı altında anlatılan, ahlak kuralları olarak dikte edilen öğütlerin hepsi boşuna mıydı? Sevgilisini, nişanlısını hatta karısını otel odalarında sessizce ve defalarca aldatan ve bunu marifetmiş gibi anlatan arkadaşlarımla aynı sofralara oturmaya devam ediyorum. Özel günlerde sosyal medyadan sevdikleri kadınlar için; "Hayatımın anlamı, alın yazım, senden öncesi olmadı senden sonrası da olmayacak" diye yazmalarını ise büyük bir ilgi ve merakla okuyorum. Geçenlerde bir kız arkadaşım bu hayatta en önemli şeyin sadakat olduğunu söylemişti sanırım. Yüzüm kızararak dinledim. Keşke ona gerçekleri söyleyecek cesaretim olsaydı. 

Artık yaptığım işten sıkıldım. Boynuma bir ilmek atılmış gibiyim. Her geçen gün daha da sıkıyor. Arkadaşlarım ya da ailem diye bildiğim insanlar bana öğüt veriyor. İstifa edip ne yapacaksın. Buradan başka bir yere gideceksin. Orası da aynı bokun lavicerti. Hem burada tanıdığın ve alıştığın insanlarla çalışıyorsun. Karışanın yok edenin yok. Düzen bozmaya değer mi? Bak sonra çok ararsın burayı. Şimdi ben ne düşünmeliyim bu söylenenler sonrasında. İnsanlara kendimi sevdirmek için özel hiçbir çaba sarf etmiyorum. Ben neysem oyum. Açık sözlü, radikal, isyankar, ateşli ve sesli konuşan, cömert... 

Arkadaşlarımın ve ailemin beni gerçekten sevdiğine ya da değer verdiğine inanasım gelmiyor artık. Menfaat ve çıkar ilişkileri olduklarını düşünmeden edemiyorum. Çünkü kimse bana ne hissediyorsun,  bu düşüncelerinin altında yatan gerçek nedir diye sormadı. Sanki hepsi "ağzımızın tadı bozulmasım Ali Rıza Bey modunda." Ben çevremdeki herkesin derdini dinlemişimdir. Onlara nasihat vermekten ziyade ben olsam böyle yaparım demişimdir. Ki çoğu da gelip benden bu konularda yardım ister. Ama benim yardım isteyebileceğim bu tarz bilgelikte ve samimiyette insanın olmaması çok zorluyor beni. Keşke diyorum Robin Williams'ın filmlerindeki gibi bilge bir karakter olsa hayatımda.

Daha çok para kazanırsam, işimde yükselirsem ya da bana bir kız bulurlarsa aslında her şey düzelirmiş diyorlar. Saygınlığı, mutluluğu, statüyü satın almam lazım. Şu ana kadar yazdıklarım okuyanlara saçma gelmiş olabilir. Çünkü şu an mutlu olanlar hayatın denklemini basitleştirmişken, ben tamamen karmaşıklaştırdım. Kendimi alkole vurdum bir aralar. Vücudum artık alkole karşı direnç kazandı. O yüzden artık içmiyorum. Sonra umarsızca seks yaptım. Vücudum ona da direnç kazandı. Duygu ve aşk olmadıktan sonra hayvandan bir farkınız olmuyormuş.Çok geçmeden onu da anladım.

Çok daha fazla uzatmayacağım yazıyı. Her sabah sizler gibi kalkıp işime gidiyorum. Evet kendimi birkaç dakika ikna etmek zorundayım ve 15 dakika geç kalsam da işime gidiyorum. Nefret etsem de işimi elimden geldiğince iyi yapmaya çalışıyorum. Hatta kendimi parçalarcasına. Hepinizden daha çok gülüyorum. Şakalar yapıyorum. Komik hikayeler anlatıyorum. Okuduğum binlerce kitaptan ve izlediğim binlerce filmden alıntılar yapıyorum. Sizlere şu kitapları okuyun, şu filmleri izleyin diye öneriler yapıyorum. Aldattığınız sevgililerinizi ve karılarınızı ne kadar çok sevdiğinizi dinliyorum.

Sonra bana mutlu ilişkiler nasıl olur diye nasihatler vermenize sabrediyorum. Arada felsefe yapıp, sınırları zorladığımda bana ucube gibi bakmanıza katlanıyorum. Eminim ben yokken benim hakkımda kafası karışmış, zor, seçici, hayattan zevk almak yerine sorgulamayı tercih eden birisi olduğumu söyleyenleriniz de vardır. Ama işin ilginç tarafı da şu. Gülmek için, rahatlamak için, anlamlı birkaç şey dinlemek için yine benim yanıma geliyorsunuz. Evet son zamanlarda gerçekten hayatımın tek gerçek felsefi sorusu şu: "Hayatım gerçekten yaşamaya değip değmiyor mu?" Eğer şu an bu satırları okuyabiliyorsanız bu sabah da kendimi ikna edebilmişim demektir. Ne mutlu bana mı acaba!

13 Ekim 2019 Pazar

The Majectic

2019 yılında topu topu altı kez yazmışım. Sanırım artık yazarak rahatlayamadığım anlamına geliyor bu. İki yüz bini aşkın okunma sayısından sonra hayatımda değişen pek bir şey olmadığını düşünüyorum. Bana komik gelen şey de maalesef şu: Tanıdığım insanlar yazmamı istiyor. Belki onların dışa vuramadığı şeyleri söylüyorum, belki benim kendimce realist dediğim ama onların karamsar olduğunu düşündüğü şeyleri okuyarak hallerine şükrediyorlardır. 

Yazının başlığına gelecek olursam Jim Carrey ve Laurie Holden'ın başrolde oynadığı "The Majestic" filmini izledim. Yönetmenin Yeşil Yol ve Esaretin Bedeli filmlerinin de yönetmeni olan Frank Darabont olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Taa üniversite yıllarımdan beri izlediğim her filmde, okuduğum her kitapta, ezberlediğim repliklerde, altını çizdiğim cümlelerde hep bir anlam aradım. Verdikleri bir mesaj olmalıydı benim için. Hâlâ daha öyle düşünüyorum. Aslında bir mesajı olmasına ya da anlamı olmasına da gerek yok. O günkü ruh halime uygun da olabilir, kendimi iyi hissetmek için, kendimi teselli etmek için ya da anı yaşamak için bile olabilir. Bilmem anlatabildim mi? 

Filmin kahramanı ile kendi hayatım arasında paralellikler olduğunu düşündüm. O yüzden birazcık filmi, birazcık da kendimi anlatacağım bu yazıda. Başroldeki Peter Appleton (Jim Carrey) Hollywood'da filmleri meşhur olmaya başlayan ve kariyerinde yükselişe geçen bir senaristtir. Yıllardır beklediği fırsat ayağına gelmiştir. Kariyerinde yükseliyor, para kazanıyor tam mutlu olacağım derken başına hiç beklemediği bir olay geliyor. Malum 1950'li yıllarda Amerika'da komünist avı var. Ve yıllar önce üniversitede katıldığı bir komünist toplantı yüzünden ifade vermeye çağrılıyor. Birisi onun adını vermiştir. O andan itibaren kız arkadaşı terk ediyor, çekilecek olan filmleri süresiz olarak askıya alınıyor. Ve hayatı birden tepetaklak oluyor. Bir gece yarısı arabasıyla basıp giderken kaza geçiriyor ve hikaye ondan sonra başlıyor. Gözlerini bir kumsalda açıyor. Kazadan dolayı hafızasını kaybetmiş. Onu bulduklarında herkes ona seni bir yerden gözüm ısırıyor diyor. 9,5 yıl önce ikinci dünya savaşında ölen ama cesedi hiç bulunamayan Luke Trimble'dır artık o. Herkesin sevdiği, babasının ve nişanlısının beklediği Luke...

Daha fazla yazıp iyice spoiler vermek istemem ama film 2001 yapımı ve ben az 5 kere izlemişimdir. Allah ömür verirse bir beş kez daha izlerim. Peki kendimi anlatacak olursam bunu nasıl bağlarım. Aslında bağlar mıyım onu da bilmiyorum. Hiç olmazsa okuyanlara güzel bir film tavsiyesinde bulunmuş olurum. 

29 yaşıma geldim evet. Dile kolay be. Hafızam kuvvetlidir ama geçmiş günleri düşündüğümde hangi ara bugünlere geldim şaşırıyorum. Üniversiteden mezun olduğumda istediğim işi bulabileceğimi ya da diğer bir deyişle sabahları koşarak gidebileceğim bir iş bulabileceğimi zannediyordum. Eminim şu an gülüyorsunuzdur. Evet ben de gülüyorum ama o sıralar idealist bir gerizekalıydım. 6 ay boyunca Harbiye açık hava tiyatrosunda konsere gelenlere yer gösterdim. Ali Samiyen stadında otoparkta çalıştım. LC Waikiki de tezgahtarlık yaptım. Güzel günlerdi. Vallahi o zamanlar belki acaba ne olacağım diye düşünüyordum ama bugünkü kadar sorumluluklarım yoktu omuzlarımda. 

Sonra asgari ücrete bankada işe başladım. Kendi paramı kazanınca daha çok kitap aldım, haliyle daha çok okudum. Yabancı dilimi geliştirdim. Arada askerliği de sıkıştırdım. Sonra tırnaklarımla kazıya kazıya bir yer edindim kendime. Borç ödedim, ödedim, ödedim. Hâlâ ödemeye devam ediyorum. Ama maddi ama manevi. İyi bir öğrenci olursam, okulumdan güzelce mezun olursam iyi bir işim olur diye düşünmüştüm. İyi bir işim olursa güzel paralar kazanırım. İnsanlara olan vefa borcumu öderim diye düşünmüştüm. Borç bitmiyormuş halbuki. 

Sonra iyi bir işim olursa, geleceğe yatırım yaparsam ve biraz da sabırlı olursam mutlu olabilirim diye düşünmüştüm. Bugüne geldiğim süreçte o kadar çok şey yaşadım ki. Sevdiğim ve uzun yıllar anılar biriktireceğim insanları kendi elimle toprağa verdim. Ölenle ölünmez diyorlar ya hani. Öyle demesi kolay belki ama basbaya ölünüyormuş. İçinizdeki çocuk ölüyor, inandığınız değerler ölüyor... Yine bu süreçte birilerini sevdim. Ama Allah kahretsin ki, Rus klasiklerini o kadar çok okumuşum ki. Ya da Jack London'ın Martin Eden karakterini o kadar benimsemişim ki. Onları mutlu etmek için zamana ihtiyacım var dedim kendi kendime. Henüz mutlu olmayı hak etmiyorum dedim kendi kendime. Kendimi bile mutlu edemezken başkasını nasıl mutlu edebilirim dedim kendi kendime. Ve günün sonunda sevdiğim kızlarla ya hiç yola çıkmadım ya da onlar beni yolun yarısında tek başıma bıraktı...

Bazen insan yoluna koyamaz hayatını. Temiz bir sayfa açması gerekir. Sil baştan. Kendimde bu gücü bulamıyorum. Mesela sorumluluklarımı bir kenara bırakıp gidemiyorum. Hey baksanıza bu benim hayatım diyemiyorum. Kendimden çok herkesi düşünüyorum. Fakat bunu yaparken iyi bir insan olmak için değil, cennete gitmek için değil. İçgüdüsel bir kodmuş gibi yapıyorum. Ailenin, çalıştığın ekibin, bağlı olduğun arkadaş grubunun mutluluğu için kendini heba ediyorsun. Aslında söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Eskiden boğazıma düğümlenirdi. Birileri üzülür mü diye düşünürdüm. İçime atmayı geçtim artık bunlarla yaşamayı öğrendim. 

Şimdi belki birileri tıpkı annem gibi zorunda değilsin diyebilir. Mesela kurumsal bir şirkette çalışıp sahil kasabasına yerleşme hayalleri kuran gerizekalılar var ya. İşte o öyle hayal kurmakla olmuyormuş denedik gördük. Esnaf olmak kolay mı lan bu devirde. Beyaz yakalıyken haftasonu yaptığın tatilleri özlersin. 

Tüm kariyerini bir kenara bırak sevdiğin işi yap diyebilirsiniz belki. O zaman size ülkedeki her 4 üniversite mezunundan birinin işsiz olduğunu, geriye kalanların nefret ettiği işler yaptığını söylerim. Evet isteyerek ekonomi okudunuz, evet isteyerek avukat oldunuz ve evet isteyerek doktor oldunuz. Ama bilemezdiniz ki; çalıştığınız şirketleri egosu yüksek orospu çocuklarının yönettiğini, adalet sisteminin içinin boş olduğunu, doktorların kurtaramadığı hayatlar yüzünden öldürülmeye çalışıldığı bir ülkede hayata atılacağınızı. 

O yüzden artık sil baştan başlamayı düşünmüyorum. İyi bir işim olursa ve güzel paralar kazanırsam mutlu olacağımı da düşünmüyorum. Çünkü olmadı. Evleneceğim kızlar şu an başkalarıyla beraber ve mutlu mesut yaşıyorlar. Ya da öyle görünüyorlar çünkü sosyal medyada ne kadar mutlu olduklarını cümle aleme gösteriyorlar. Babamın dediği gibi paran varsa adam yerine koyarlar. Ya da annemin söylediği gibi evin var mı, araban var mı, kenarda birikimin var mı? Sahi bunca yıl ben ne yaptım acaba. Helal para kazanarak 30 yaşına gelmeden bunlara nasıl sahip olunduğunu birileri bana öğretebilir mi? Çünkü okuduğum kitaplarda maalesef bunlar yazmıyordu. 

Çok uzattım belki ama. İnanıyorum ki çoğu kişi sabredip buraya kadar bile okumayacaktır. Birilerinin düşündüğü gibi psikolojik bir hastalığım yok. Çok okuduğum için veya çok düşündüğüm için de beynim sulanmadı. Sadece kendimi ait hissedebileceğim insanların arasında yaşayamıyorum. Beni anlayacak bir kadınla tanışamadım. O yüzden ikinci buluşmadan sonra bahaneler üretiyorum. Ne diyordu John Lennon: "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir." Mümkünse başıma güzel bir şey gelmesini bekliyorum umarım doğru yerde bekliyorumdur. Umarım beklediğime değiyordur. Ve umarım o birisi de bir yerlerde beni bekliyordur...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...